İstiklal Marşı'mızın yazarı olan Mehmet Akif Ersoy'un doğum gününde onu rahmetle anıyoruz ve Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın diyoruz..
MEHMET AKİF ERSOY HAYATI
Mehmet Akif Ersoy, Türk edebiyatında yeri doldurulamayan, idealist, sanatkâr, şair, hatip, devlet adamı, kahraman ve bilge bir düşünce adamıdır. Ancak yeni kuşaklar Mehmet Akif’i sadece bir yönüyle tanıyor: İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy.
Mehmet Akif Ersoy’un ideali ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak ruhen ve fiziki olarak güçlü bir nesil yetiştirmekti. Mehmet Akif, bunu “Asım’ın nesli” olarak nitelemekteydi. Asım, Mehmet Akif’in ana hatlarını detaylı olarak çizdiği ideal bir gençlik prototipidir. Vatanını, milletini, değerlerini ve tarihini sevmektedir. Haksızlıklara karşı susmayan, bileğiyle düzeltmeye çalışan bir gençtir Asım. Güçlüdür ve gücünü şahsi çıkarları için kullanmayan, ülkesi ve milleti yararına harcayan bir gençtir. Kavgacıdır ama onun kavgası toplumun yararına bir kavgadır.
Manevi Varlık, Maddi Yokluk...
Mehmet Akif, 1873’te İstanbul Fatih’te Sarıgüzel isimli semtte dünyaya geldi. Nasuh Mahallesi 12 numaralı evde dünyaya gelen Mehmet Akif’in babası Fatih Medresesi müderrislerinden İpekli Temiz lakabıyla tanınan Tahir Efendi’dir. Annesi ise Buharalı Mehmet Efendi’nin kızı Emine Şerife hanımdır. Mehmet Akif’in ailesi sade yaşantının hüküm sürdüğü orta halli inançlı bir ailedir. Mehmet Akif anne ve babasını şöyle anlatır:
“Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak
Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak.”
“Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tadmışlardı.”
İstanbul’un en yoksul mahallelirnden birinde dünyaya gelen Mehmet Akif, kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle anlatır:
Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz
Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!
Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler...
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.
Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?
Ne var gidip Yakacık’larda demgüzâr olacak
Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;
Kurak, çamur.. İki mevsim tanır ayaklarımız!
Tahsil Hayatı
Mehmet Akif, henüz 4-5 yaşlarında iken geleneklere uyularak Emir Buhari Mahalle Mektebi’ne yazdırıldı. Yaklaşık 2 sene sonra Fatih İptidasi’ne (İlkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra Fatih Merkez Rüştiyesi’ni 1895 yılında bitirdi.
Mezuniyeti ile birliktke aile meclisini ikiye bölen bir anlaşmazlık yaşandı. Annesi Mehmet Akif’in medresede tahsil görmesini istiyor babası ise medresede okuyacağı şeyleri kendisinin öğretebileceğini bunun içinde yeni kurulan mekteplerden birine gitmesinde ısrar ediyordu.
Mülkiye Yılları
Sonunda babasının dediği oldu ve Akif, dönemin gözde okullarından Mülkiye’ye kaydettirildi. Mülkiye’nin idadi bölümünde geçen üç senenin sonunda diplomasını aldı. Böylece Mülkiye’nin bir üst sınıfına katılmaya hak kazandı. Ancak bir sene sonra babasının vefatı ve evlerinin yanması sonucunda gündüzlü öğrenci olarak okuyamaz hale geldi. Bunun üzerine yatılı olarak o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye’nin Baytar Mektebi’ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) geçti.
Çoğu kendisi gibi babasız ve parasız öğrencilerin arasında çalışkanlığı ve dürüstlüğü ile ön plana çıkan Mehmet Akif, sağlam bir dini bilgi ve sarsılmaz imanıyla müspet bilimi birleştirmesini bildi. Bu yıllarda başlayan şiir merakı onun günümüzün unutulmaz fikir adamlarının arasına girmesine sebep oldu. 22 Aralık 1893’te okuldan birincilikle mezun olan Mehmet Akif, 26 Aralık’ta “Orman ve Ma’adin ve Ziraat Nezare Baytar Müfettiş Muavini” olarak tayin edildi. Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Mehmet Akif, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yaptı.
İlk Eseri Servet-i Fünun’da
Yaptığı bu görevlerle birlikte gözlem gücünü artıran Akif, toplumu daha yakından tanıma fırsatı buldu. Bu gözlemler, düşünce tarzının ve şiirinin daha sağlam temellere oturmasına sebep oldu. Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893’te ilk eseri olan 7 beyitlik gazeli “Servet-i Fünun’da yayınlandı. Öte yandan çocukluğunda başladığı Kur’an’ hfızetme çabalarını yoğunlaştırarak hafız oldu. 1 Eylül 1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlendi. Yine bu yıllarda Akif’in şiir yazıları ile Arapça, Farsça ve Fransızca’dan yaptığı çevirileri Maarif mecmuasında ve Resimli Gazete’de yayınlandı. 17 Ekim 1906’da mevcut görevine ilâveten “Halkalı Ziraat Mektebi’ne “Kitabet-i Resmiye Muallimi” ve 25 Ağustos 1907’de Çiftlik Makinist Mektebi’ne Türkçe Muallimi olarak atandı. Daha sonra İstanbul’da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavini görevine getirilen Mehmet Akif, bu vazifesini 11 Mayıs 1913 tarihine kadar devam ettirdi.
Milli Mücadele Yılları
Milli Mücadele’nin başlamasıyla birlikte Anadolu’ya geçerek çeşitli toplantılarda işgale karşı yapılan örgütlenmelere yardımcı oldu. Özellikle Balıkesir’deki Zağnos Mehmet Paşa Camii ve Kastamonu’daki Nasrullah Camii’ndeki konuşmaları yankı bulmuş ve hemen matbaalarda çoğaltılarak milli mücadele hareketinin tetikleyici unsuru olarak tarih sayfalarında yer bulmuştu.
Akif’in yakın arkadaşlarından Sabri Sözen bey o günlerdeki Mehmet Akif’i şöyle anlatıyor: “Akif’i 1307 senesinde Miilkiyye Baytar mektebinde tanıdım. Sonraki yıllarda Yunanlıların İzmirimizi işgali ile başlayan başlayan millî hareketlerde de Akif Balıkesir’de yanımızda idi. O zaman Akif, İstanbul hükümetinin Dârülhikme a’zasından idi. O, millî hareketi duyar duymaz Balıkesir’e koşmuş, Zağnos Mehmed Paşa Câmii’nin kürsüsünde verdiği celâdetli hitabesinde “Ey Balıkesirliler, güzel yurdumuzu çiğnetmeyiniz, müdâfaanız meşrudur, sebat ediniz, yürüyünüz…” demiştir. Bu hitabenin memlekette yaptığı te’sîr pek büyüktür. Akif, daha sonra Kastamonu’ya gitmiş, orada Nasrullah Camii’nde, millî da’vamızın esaslarına dâir, verdiği büyük öğüt ve nasihatları ile vatanperverliğinin en kudsî ifâdelerini terennüm etmiştir.”
Birinci Cihan Harbi sırasında Berlin ve Arabistan gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sırasında meydana geldi. Akif o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşadı. Mehmet Akif, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatıraları ve Necid çöllerinden Medîne'ye adlı eserlerini yazdı. Harbin son senesinde, çok sevdiği dostu İsmail Hakkı İzmirli ile Lübnan'a gitti.
İstanbul’u Terk Ediyor
Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi’yle sona ererken, galip devletler Osmanlı’yı parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmaya başlamıştı. Savaştan son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, vatanını müdâfaa için silâha sarıldı. Âkif halkı, vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle istiklâlini muhâfaza etmeye çağırdı. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayılması üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.
İstanbul'dan deniz yoluyla İnebolu'ya çıktı. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyanı üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanın bastırılmasında mühim rol oynadı. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmii’nde verdigi vaazlar neşredilerek memleketin her tarafına dağıtıldı. Sonra Ankara'ya döndü.
Burdur Mebusu Mehmet Akif
1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisi’ne seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Mart’ta bu marşı kabul etti.
Zaferden sonra İstanbul'a geldi. Abbâs Halîm Paşa’nın dâveti üzerine 1923'te Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirip, baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır'da, yazı İstanbul'da geçiriyordu. Ertesi yaz İstanbul'a dönünce Diyanet İşleri Riyâseti tarafından Kur'ân-ı Kerîm’i tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yıllarca çalıştı. Ancak bu çalışmaları yetkililere teslim etmedi.
Mısır Dönüşü ve Vefatı
1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesi’nde Türkçe dersleri verdi. Bu sırada siroz hastalığına yakalandı ancak buna pek önem vermedi. Hava değişimiyle geçeceğini düşündüğü hastalığı gittiği Lübnan'da iyice arttı. İstanbul’a 1936'da geldi. Mithat Cemal, Akif'i karşılayanlar arasındadır ve o günü şöyle anlatır: “Beyaz bir vapur Galata rıhtımına yanaştı. Vapurun merdiveninden şapkalı iskeletin kim olduğunu, kolunda refikası (hanımı) İsmet Hanımı görerek tanıdım. ‘Eyvah’ dedim. O gür sesli, yüzünden sıhhat fışkıran koca Akif gitmiş, yerine hastalığın ve hasretin erittiği, yaşadığından çok daha fazla yaşlanmış, görünüşü dostlarını bile sarsan, gözleri tevekkülle yuvalarına çekilmiş, kaderini ve akibetini bilgece kabullenmiş bir ihtiyar gelmişti. Ama o bu haliyle de aydınlık ve güzeldi.”
Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığı’ndadır.
Eserleri
Eserlerinin umûmî ünvanı Safahât'tır ve ilk eseri yalnız bu adı taşır. İkinci kitabının adı Süleymaniye Kürsüsünde'dir. Hakkın Sesleri üçüncü, Fatih Kürsüsünden dördüncü, Hâtıralar beşinci, Âsım altıncı, Gölgeler yedinci kitabınin adıdır. Bunlar, değişik târihlerde çeşitli kereler basılmış olup, hepsi birlikte Safahât adı altında da basılmıştır. Safahât'taki mısraların tamamı 12 bini bulur. Şiirlerinden İstiklâl Marşı, Bülbül, Ordunun Duası, Çanakkale gibileri bestelenmiştir. Âkif, İstiklâl Marşı şiirini millet için yazdığını ifâde ederek Safahâtına almamıştır.
Mehmet Akif İle Yedigün Dergisinde Yapılan Son Ropörtaj
Türk edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Âkif, vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu. İstiklal Marşı'nın büyük şairi Âkif, yurda hasta döndü. Şimdi hastanede tedavi altındadır. Yedigün muharriri Âkif'le konuştu. Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını, intibalarını topladı. Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Âkif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz bir hastane odasının, bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve bitap yatıyor.
(Başucundaki sandalyeye oturdum. Kırçıl sakalın çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, sonra, yavaşça soruyorum
- Özledin mi bizi üstad?
(Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı, hiç ses çıkarmasaydı bile, bu zehir gibi gülümsemesiyle her şeyi söylemiş olurdu.)
- Özlemek mi oğlum.. Özlemek mi?... (Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra, kesik kesik konuştu
Mısır'dan üç gecede geldim. Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü. Orada on bir yıl kaldım. Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım.
- Hasret...
(Kupkuru dudaklarından kendi gibi solgun bir ses sızıyor
- Çok acı...
- Ya kavuşmanın sevinci?
- Onu sorma oğlum. Onu ben kendi kendime bile soramıyorum. Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm, hiçbir şey göremedim. (Ve kendi kendine söylüyor
Cennet gibi yurdumdayım ya... Çok şükür. (Hastalığı aklına geliyor
Karaciğerim, dalağım şişmiş, geldik, yattık burada. Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
(Eski hatıralarını deşiyorum. Millî Mücadele'nin ilk günlerinde Ankara İstasyonunda karşılaşışımızı hatırlıyorum.)
- Evet.. diyor, İstanbul'dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar'dan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik, oradan “Cuma”yı tuttuk. O zaman Adapazarı'nda karışıklıklar vardı, kenarından geçtik, kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke'ye geldik ve trenle Ankara'ya ulaştık... Ankara... Yarabbi ne heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik... Hele Bursa'nın düştüğü gün... Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye'se düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz... Fakat imanımız büyüktü.”
(Yorgun, susuyor)
- İstiklal Marşı'nı nasıl yazdınız?
(Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor, sesi birden canlanıyor
- Doğacaktır, sana vadettiği günler Hakkın!.. Bu, ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün... İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu, elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki, ”İstiklal Marşı”nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihî bir değeri vardır.” (Ve, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor
Kimbilir belki yarın, belki yarından da yakın.
-Ya büyük zafer üstadım.. O anda ne duyduduz?
(Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi, nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek
- Ah... (Ve bir lâhza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynuna... Dalıyor.. Ve, sesinin ta içten dudaklarına dökülüşünü seziyorum
Allah'ım ne muazzam zaferdi o!.. Ortalık hercü-merç oldu. Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. (Tekrar gözlerini yumuyor
“Ve biz, mest olduk!..”
- O zaman bir şey yazmadınız mı?
- Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı. Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu, bizzat yazıyordu. (Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir de fasıla veriyorlar. Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor, şimdi, o, ağır ağır çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor
- Mısır'da nasıl vakit geçirdiniz?
- Kahire'nin yirmi beş kilometre cenubunda Hilvan vardır. Sakin asude bir köşedir. Orada oturdum. Zaten, tab'an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem. İstanbul'da iken de böyle idim. Mısır'da da Darülfünun işi çıkıncaya kadar Hilvan'da yaşadım. Son zamanlarda Kahire'ye indim.
- Sevdiniz mi Mısır'ı?
- Var, güzel tarafları var... Bilhassa kışın...
(1 TEMMUZ 1936 - KANDEMİR)

MEHMET AKİF ERSOY HAYATI

Mehmet Akif Ersoy, Türk edebiyatında yeri doldurulamayan, idealist, sanatkâr, şair, hatip, devlet adamı, kahraman ve bilge bir düşünce adamıdır. Ancak yeni kuşaklar Mehmet Akif’i sadece bir yönüyle tanıyor: İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy.
Mehmet Akif Ersoy’un ideali ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak ruhen ve fiziki olarak güçlü bir nesil yetiştirmekti. Mehmet Akif, bunu “Asım’ın nesli” olarak nitelemekteydi. Asım, Mehmet Akif’in ana hatlarını detaylı olarak çizdiği ideal bir gençlik prototipidir. Vatanını, milletini, değerlerini ve tarihini sevmektedir. Haksızlıklara karşı susmayan, bileğiyle düzeltmeye çalışan bir gençtir Asım. Güçlüdür ve gücünü şahsi çıkarları için kullanmayan, ülkesi ve milleti yararına harcayan bir gençtir. Kavgacıdır ama onun kavgası toplumun yararına bir kavgadır.
Manevi Varlık, Maddi Yokluk...
Mehmet Akif, 1873’te İstanbul Fatih’te Sarıgüzel isimli semtte dünyaya geldi. Nasuh Mahallesi 12 numaralı evde dünyaya gelen Mehmet Akif’in babası Fatih Medresesi müderrislerinden İpekli Temiz lakabıyla tanınan Tahir Efendi’dir. Annesi ise Buharalı Mehmet Efendi’nin kızı Emine Şerife hanımdır. Mehmet Akif’in ailesi sade yaşantının hüküm sürdüğü orta halli inançlı bir ailedir. Mehmet Akif anne ve babasını şöyle anlatır:
“Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak
Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak.”
“Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tadmışlardı.”
İstanbul’un en yoksul mahallelirnden birinde dünyaya gelen Mehmet Akif, kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle anlatır:
Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz
Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!
Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler...
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.
Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?
Ne var gidip Yakacık’larda demgüzâr olacak
Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;
Kurak, çamur.. İki mevsim tanır ayaklarımız!
Tahsil Hayatı
Mehmet Akif, henüz 4-5 yaşlarında iken geleneklere uyularak Emir Buhari Mahalle Mektebi’ne yazdırıldı. Yaklaşık 2 sene sonra Fatih İptidasi’ne (İlkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra Fatih Merkez Rüştiyesi’ni 1895 yılında bitirdi.
Mezuniyeti ile birliktke aile meclisini ikiye bölen bir anlaşmazlık yaşandı. Annesi Mehmet Akif’in medresede tahsil görmesini istiyor babası ise medresede okuyacağı şeyleri kendisinin öğretebileceğini bunun içinde yeni kurulan mekteplerden birine gitmesinde ısrar ediyordu.
Mülkiye Yılları
Sonunda babasının dediği oldu ve Akif, dönemin gözde okullarından Mülkiye’ye kaydettirildi. Mülkiye’nin idadi bölümünde geçen üç senenin sonunda diplomasını aldı. Böylece Mülkiye’nin bir üst sınıfına katılmaya hak kazandı. Ancak bir sene sonra babasının vefatı ve evlerinin yanması sonucunda gündüzlü öğrenci olarak okuyamaz hale geldi. Bunun üzerine yatılı olarak o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye’nin Baytar Mektebi’ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) geçti.
Çoğu kendisi gibi babasız ve parasız öğrencilerin arasında çalışkanlığı ve dürüstlüğü ile ön plana çıkan Mehmet Akif, sağlam bir dini bilgi ve sarsılmaz imanıyla müspet bilimi birleştirmesini bildi. Bu yıllarda başlayan şiir merakı onun günümüzün unutulmaz fikir adamlarının arasına girmesine sebep oldu. 22 Aralık 1893’te okuldan birincilikle mezun olan Mehmet Akif, 26 Aralık’ta “Orman ve Ma’adin ve Ziraat Nezare Baytar Müfettiş Muavini” olarak tayin edildi. Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Mehmet Akif, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yaptı.
İlk Eseri Servet-i Fünun’da
Yaptığı bu görevlerle birlikte gözlem gücünü artıran Akif, toplumu daha yakından tanıma fırsatı buldu. Bu gözlemler, düşünce tarzının ve şiirinin daha sağlam temellere oturmasına sebep oldu. Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893’te ilk eseri olan 7 beyitlik gazeli “Servet-i Fünun’da yayınlandı. Öte yandan çocukluğunda başladığı Kur’an’ hfızetme çabalarını yoğunlaştırarak hafız oldu. 1 Eylül 1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlendi. Yine bu yıllarda Akif’in şiir yazıları ile Arapça, Farsça ve Fransızca’dan yaptığı çevirileri Maarif mecmuasında ve Resimli Gazete’de yayınlandı. 17 Ekim 1906’da mevcut görevine ilâveten “Halkalı Ziraat Mektebi’ne “Kitabet-i Resmiye Muallimi” ve 25 Ağustos 1907’de Çiftlik Makinist Mektebi’ne Türkçe Muallimi olarak atandı. Daha sonra İstanbul’da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavini görevine getirilen Mehmet Akif, bu vazifesini 11 Mayıs 1913 tarihine kadar devam ettirdi.
Milli Mücadele Yılları
Milli Mücadele’nin başlamasıyla birlikte Anadolu’ya geçerek çeşitli toplantılarda işgale karşı yapılan örgütlenmelere yardımcı oldu. Özellikle Balıkesir’deki Zağnos Mehmet Paşa Camii ve Kastamonu’daki Nasrullah Camii’ndeki konuşmaları yankı bulmuş ve hemen matbaalarda çoğaltılarak milli mücadele hareketinin tetikleyici unsuru olarak tarih sayfalarında yer bulmuştu.
Akif’in yakın arkadaşlarından Sabri Sözen bey o günlerdeki Mehmet Akif’i şöyle anlatıyor: “Akif’i 1307 senesinde Miilkiyye Baytar mektebinde tanıdım. Sonraki yıllarda Yunanlıların İzmirimizi işgali ile başlayan başlayan millî hareketlerde de Akif Balıkesir’de yanımızda idi. O zaman Akif, İstanbul hükümetinin Dârülhikme a’zasından idi. O, millî hareketi duyar duymaz Balıkesir’e koşmuş, Zağnos Mehmed Paşa Câmii’nin kürsüsünde verdiği celâdetli hitabesinde “Ey Balıkesirliler, güzel yurdumuzu çiğnetmeyiniz, müdâfaanız meşrudur, sebat ediniz, yürüyünüz…” demiştir. Bu hitabenin memlekette yaptığı te’sîr pek büyüktür. Akif, daha sonra Kastamonu’ya gitmiş, orada Nasrullah Camii’nde, millî da’vamızın esaslarına dâir, verdiği büyük öğüt ve nasihatları ile vatanperverliğinin en kudsî ifâdelerini terennüm etmiştir.”
Birinci Cihan Harbi sırasında Berlin ve Arabistan gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sırasında meydana geldi. Akif o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşadı. Mehmet Akif, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatıraları ve Necid çöllerinden Medîne'ye adlı eserlerini yazdı. Harbin son senesinde, çok sevdiği dostu İsmail Hakkı İzmirli ile Lübnan'a gitti.
İstanbul’u Terk Ediyor
Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi’yle sona ererken, galip devletler Osmanlı’yı parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmaya başlamıştı. Savaştan son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, vatanını müdâfaa için silâha sarıldı. Âkif halkı, vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle istiklâlini muhâfaza etmeye çağırdı. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayılması üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.
İstanbul'dan deniz yoluyla İnebolu'ya çıktı. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyanı üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanın bastırılmasında mühim rol oynadı. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmii’nde verdigi vaazlar neşredilerek memleketin her tarafına dağıtıldı. Sonra Ankara'ya döndü.
Burdur Mebusu Mehmet Akif
1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisi’ne seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Mart’ta bu marşı kabul etti.
Zaferden sonra İstanbul'a geldi. Abbâs Halîm Paşa’nın dâveti üzerine 1923'te Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirip, baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır'da, yazı İstanbul'da geçiriyordu. Ertesi yaz İstanbul'a dönünce Diyanet İşleri Riyâseti tarafından Kur'ân-ı Kerîm’i tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yıllarca çalıştı. Ancak bu çalışmaları yetkililere teslim etmedi.
Mısır Dönüşü ve Vefatı
1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesi’nde Türkçe dersleri verdi. Bu sırada siroz hastalığına yakalandı ancak buna pek önem vermedi. Hava değişimiyle geçeceğini düşündüğü hastalığı gittiği Lübnan'da iyice arttı. İstanbul’a 1936'da geldi. Mithat Cemal, Akif'i karşılayanlar arasındadır ve o günü şöyle anlatır: “Beyaz bir vapur Galata rıhtımına yanaştı. Vapurun merdiveninden şapkalı iskeletin kim olduğunu, kolunda refikası (hanımı) İsmet Hanımı görerek tanıdım. ‘Eyvah’ dedim. O gür sesli, yüzünden sıhhat fışkıran koca Akif gitmiş, yerine hastalığın ve hasretin erittiği, yaşadığından çok daha fazla yaşlanmış, görünüşü dostlarını bile sarsan, gözleri tevekkülle yuvalarına çekilmiş, kaderini ve akibetini bilgece kabullenmiş bir ihtiyar gelmişti. Ama o bu haliyle de aydınlık ve güzeldi.”
Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığı’ndadır.
Eserleri
Eserlerinin umûmî ünvanı Safahât'tır ve ilk eseri yalnız bu adı taşır. İkinci kitabının adı Süleymaniye Kürsüsünde'dir. Hakkın Sesleri üçüncü, Fatih Kürsüsünden dördüncü, Hâtıralar beşinci, Âsım altıncı, Gölgeler yedinci kitabınin adıdır. Bunlar, değişik târihlerde çeşitli kereler basılmış olup, hepsi birlikte Safahât adı altında da basılmıştır. Safahât'taki mısraların tamamı 12 bini bulur. Şiirlerinden İstiklâl Marşı, Bülbül, Ordunun Duası, Çanakkale gibileri bestelenmiştir. Âkif, İstiklâl Marşı şiirini millet için yazdığını ifâde ederek Safahâtına almamıştır.
Mehmet Akif İle Yedigün Dergisinde Yapılan Son Ropörtaj
Türk edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Âkif, vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu. İstiklal Marşı'nın büyük şairi Âkif, yurda hasta döndü. Şimdi hastanede tedavi altındadır. Yedigün muharriri Âkif'le konuştu. Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını, intibalarını topladı. Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Âkif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz bir hastane odasının, bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve bitap yatıyor.
(Başucundaki sandalyeye oturdum. Kırçıl sakalın çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, sonra, yavaşça soruyorum
- Özledin mi bizi üstad?
(Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı, hiç ses çıkarmasaydı bile, bu zehir gibi gülümsemesiyle her şeyi söylemiş olurdu.)
- Özlemek mi oğlum.. Özlemek mi?... (Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra, kesik kesik konuştu
- Hasret...
(Kupkuru dudaklarından kendi gibi solgun bir ses sızıyor
- Çok acı...
- Ya kavuşmanın sevinci?
- Onu sorma oğlum. Onu ben kendi kendime bile soramıyorum. Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm, hiçbir şey göremedim. (Ve kendi kendine söylüyor
(Eski hatıralarını deşiyorum. Millî Mücadele'nin ilk günlerinde Ankara İstasyonunda karşılaşışımızı hatırlıyorum.)
- Evet.. diyor, İstanbul'dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar'dan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik, oradan “Cuma”yı tuttuk. O zaman Adapazarı'nda karışıklıklar vardı, kenarından geçtik, kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke'ye geldik ve trenle Ankara'ya ulaştık... Ankara... Yarabbi ne heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik... Hele Bursa'nın düştüğü gün... Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye'se düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz... Fakat imanımız büyüktü.”
(Yorgun, susuyor)
- İstiklal Marşı'nı nasıl yazdınız?
(Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor, sesi birden canlanıyor
- Doğacaktır, sana vadettiği günler Hakkın!.. Bu, ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün... İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu, elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki, ”İstiklal Marşı”nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihî bir değeri vardır.” (Ve, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor
Kimbilir belki yarın, belki yarından da yakın.
-Ya büyük zafer üstadım.. O anda ne duyduduz?
(Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi, nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek
- Ah... (Ve bir lâhza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynuna... Dalıyor.. Ve, sesinin ta içten dudaklarına dökülüşünü seziyorum
- O zaman bir şey yazmadınız mı?
- Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı. Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu, bizzat yazıyordu. (Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir de fasıla veriyorlar. Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor, şimdi, o, ağır ağır çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor
- Mısır'da nasıl vakit geçirdiniz?
- Kahire'nin yirmi beş kilometre cenubunda Hilvan vardır. Sakin asude bir köşedir. Orada oturdum. Zaten, tab'an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem. İstanbul'da iken de böyle idim. Mısır'da da Darülfünun işi çıkıncaya kadar Hilvan'da yaşadım. Son zamanlarda Kahire'ye indim.
- Sevdiniz mi Mısır'ı?
- Var, güzel tarafları var... Bilhassa kışın...
(1 TEMMUZ 1936 - KANDEMİR)